26 Nisan 2011 Salı

aradığım his-2

bu hikayeyi yazarlık dersi için geliştirdim ve yeniden yazdım...


Aradığım bir his var, bulamıyorum. Zamanla aşınmış pencereleriyle yaşayan bir evde.
Aradığım bir his var, takip etmeye çalışıyorum. Otuz katlı bir apartmanın penceresinden kendisini atıveriyor. O kadar önemsiz ki, otuz katlı binanın içindeki yüz evden utanıyor. O yüz evin içindeki üç yüz insandan kaçıyor. Onların yüzüne oturmaktan korkuyor.
Aradığım bir his var. Bunu ancak eski ve beyaz bir sutyene sahip olanlar anlayabilir. Onların vücutları ancak kendilerine güzeldir. Onu, diplerinden kahverengileri görünen sarı saçlı kızlar bilebilir.
Bu evlerin kapıları da beyazdır. Bu beyazlıkların arasından tahta kendini belli etmiştir. Kapı, dokunulduğu zaman kavruk ve sert bir eli andırır. Bu evlerin zilleri yamuktur, üstlerinde isim yazmaz. Kapıdan içeride soğuk betondan başkası yoktur. Bu duvarlar sesleri hem yansıtırlar hem de hafızalarında tutarlar. Eşyalar birbiriyle uyumlu olmaktan çok uzaktırlar, uyumsuzluk evin tek ortak noktası haline gelmiştir. Buralarda yaşayan kızlar, bir zamanlar irili ufaklı saksılarda çiçekler almışlardır. Ama onlar her terk edilmeden sonra büyük bir duygusal çöküşe girerler. Çiçeklerle ilgilenmezler. Onlar da çiçek gibidirler. İlgi gördükleri kadar yaşarlar…
Bu kadınların ve bu evlerin hiçbir zaman renkleri canlı bir fotoğrafı olmamıştır. Bu fotoğrafların üzerine renk ağartıcı dökülmüş gibidir, birkaç katı yok olmuştur renklerinin. Kötü ışıkta çekilmiş, katarakt gözleri andıran fotoğraflar…
İşte benim aradığım his, bu evlerin birinde yaşardı. Kolçakları kırık kanepelerden birine sinmişti. Bulaşık süngerinin çizdiği bardakların kenarlarında, yamulmuş çatallarda, boyası çıkmış tabaklarda, bağcığı eskimiş ayakkabılarda, danteli çıkmış perdeler ve kapağı kırılmış dolaplarda, cilası kalkmış ahşap döşemede, yamuk dökülmüş betonda, kenarı kırık fayansta, pencere boyası dökülmüş eşikte, dikişi sökülmüş kilimde, sigara külünün erittiği sandalyede, bıçağın çizdiği tezgâhta, yaşlı ev sahibinin çirkin muşambayla kapladığı raflarda ve tavandan sarkan kablolarda yaşardı. İşte bu saydıklarımın her birinde onu görürdünüz. Onu mutlulukla terk ettiği zaman pencereden tülleri uçuşturarak atladığını hatırlıyorum. Gürültünün arasındaki sessizlik gibiydi o. Sesi çıkmazdı fakat çok kuvvetliydi. Derin ve genişti. “Geniş sağrılı kısraklar” gibi. Sevgili geldiğinde, o his dörtnala giden bir ata binmiş, kukuletalı siyah peleriniyle uzaklaşmıştı.
***
Parlamaktan yorulmuş güneş huzurlu bir mutlulukla batarken, zayıf ışınlarını yolladığı otobüsün içinde, bu hissi bulduğum ender anlardan birini yaşıyordum. Kızın burnunu 925 ayar gümüşten bir hızma delip geçmiş ve sahte konvers ayakkabılarını pazardan aldığı çorapların üzerine giymişti. Kızıla boyamaya yeltendiği saçlarının yağından beyaz kafa derisi görünüyordu. Zayıf tırnaklarını birbirlerine sürtüp, acaba eve benden önce gelir mi, diye endişeleniyordu. Tırnaklarıyla oynamaya bir süre daha devam edip kırmızı ojelerini yolduktan sonra sabırsızlıkla poşetlerini ve çantasını tek eliyle kavradı, yerinden kalkıp kalabalığın içinde kendine huzursuzca yol açarak düğmeye bastı. Otobüs durdu. Otobüsten iner inmez hızlı adımlarla evine doğru yollandı. Beyaz ipe bağlı anahtarlardan biriyle kahverengi demir kapıyı iterek açtı, ilk kattaki 2 numaralı daireye girdi. Terlikleri giymemiş, diye düşündü. Zaten onun terlikleri giymeye hakkı yoktu, dokunabileceği şeyler onun bedeni, insanın orasını burasını olur olmadık zamanlarda kesen plastik duş başlığı, duş başlığından su akıtmaya yarayan düğmeler, dışı yumuşamış ancak içinin sertliğini korumakta inatçı adi pembe bir sabun ve dış kapının koluydu. Kız, sırı dökülmüş aynayı geçerek yatak odasına girdiğinde, onu üzerinde yorganla bıraktığı gibi yatarken buldu.
-Neden gitmedin?
-Seni bekledim, belki biraz daha görürüm seni diye.
-Başka türlü konuşmuştuk hatırlarsan. Ne zaman geleceği belli olmaz, belki birkaç gün erken gelir dememiş miydim?
-Neyse.
-Neyse. Yemek yiyelim.
Neyse, değildi. Yemek de yemediler. Kız nedenini bilmeden yatakta doğrulan oğlanın yanına oturdu. Çoraplarını çıkardı, üzerindeki tişörtü soydu, pantolonunu yere bıraktı. Soğuk, pis kokulu yorgana aldırmadan çıplaklığa kalan son adımı da attı. Yıkamaktan grileşmiş beyaz sutyen, çorapların üzerine içi yenmiş bir yemişin kabuğu gibi yığıldı. Oğlan zaten çıplaktı. Birbirlerini koklamadan öpüştüler, nefeslerini duymadan seviştiler. Yorulmadılar. Nefesleri kesilmedi, terlemediler. Sevdiler mi bilinmez ama seviştiler. Ardından, yalnız kedilerin oturuşunda sezilen o huzurdan yoksun bir şekilde yattılar. Yerdeki sönük kıyafetler canlanmak için onları bekledi.
Kız, oğlanın ardından kapıyı kapatıp terlikleri düzeltti. Mutfağa gitti, bıçağın yol yol izler bıraktığı tahtada birkaç dilim ekmek keserek, kenarına kırıntıların üşüştüğü yağdan sürdü. Bıçağı, çatlamış mermer lavaboya koydu.
Güneş battı, güneş doğdu ve kapı çaldı. Yine oğlan. Yine içeri girdi ve yine seviştiler. Kız bu kez onu evden çıkması için tembihleyerek kapıyı üzerine örtüp otobüs durağına yollandı.
Durağı göreli en son dört beş saat geçmemişti ki, bu kez aksi yönden gelen otobüsten inerek eve yollandı. Yokuş, yamalı asfalttan yürüdü, evin yakınlarında top oynayan çocukların her an onun kafasına topu denk getirme ihtimali karşısında gerilerek apartmana girdi. Sanki nefesini tutmuştu da, bir anda bırakıverip rahatlamıştı. Anahtarı deliğe sokmaya çalıştıysa da olmadı, galiba arkada anahtar kalmış, diye düşünürken kapı açıldı.
Sevgilisi. Gelmişti. Beklenenden erken gelmişti. Acaba evde mi, gitti mi? Ne zaman gitti? Geride bir şey bırakmadı ya? Düşünceleri bir anda şimşek gibi çakıverdi.Ne olduğunu sevgilinin yüzünden anlamaya çalıştıkça, gözlü, dudaklı ve sakallı deri parçasının içinde kayboldu. Derken sevgili gülümsedi, sarıldı. Kız gergin bir karşılıkla kollarını bedenine doladı. Terliklerini çoktan giymiş ve pijaması ile ev görünüşüne bürünmüştü.
Oğlan, beklediği şey olmuş gibi; sevgilinin gelişini derisine giren bir iğne gibi kabul etti. Geleceğini biliyordu, korkuyor ancak direnemiyordu. Nasıl direneceğini bilemiyordu. Kızın hayatından süzülüp çıktı, kimsenin anlamadığı ancak fark edilir derecede belirgin hatlı bir çukur bırakarak. Aradığım his, bu kazılmış toprak parçasının içini boşlukla doldurdu, his doldu, topaklandı; çöreklendi; yumak oldu; damıtıldı ve o boşluğa yerleşti. Oğlan, bu boşluğu yanına alıp evine yollanırken, kenarlarda bir yerden, Abi! Diye seslenen çocuğun ayağından çıkan top kafasına çarptı. Hay senin ebeni! Nidası duyuldu. Oğlan evine girdiğinde, dolu boşluğu yere bırakarak paramparça etti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder