21 Ekim 2009 Çarşamba

EYLÜL ÖYKÜSÜ

Uzun… Çok uzun bir kışın ardından gelmesi gereken bahar sadece ağaçlara geldi. Dağınık, ama dışarıdan huzurluymuş gibi görünen evin içinde, dünyadaki milyarlarca insanın içinden üçü için kış tüm kasvetiyle sürüp gidiyordu. Henüz küçük bir kız çocuğu olmasına rağmen, Eylül için olaylardan habersiz olduğu söylenemezdi çünkü o her şeyi fark ediyordu. Sadece fark ettiğini fark edecek yaşta değildi, belki de bütün bu şahit olduğu kavgalara, gürültüye ve sevgisizliğe olan tepkisini daha sonra başka şekillerde verecekti.
Sonunda olan oldu, her olması gereken gibi, geç kaldığı veya erkenden oluverdiği sanılsa da, ayrılık geldi. Tam zamanında, tam yerinde olduğunu sorgulamaya gerek yoktu. İşte, Attila yıllardır yaşadığı evini terk ediyordu, yalnızca evini değil, çok sevmiş olduğu karısını ve hala çok sevdiği kızını da. İçinde ne ufak bir hırs ne de bir nefret zerresi vardı. Sadece her zaman içinde bulunduğu yalnızlığa bir de bunun fiziksel olanını ekleyecekti o kadar. Yine de bu düşünce yüzüne sert bir rüzgarın savurduğu ince toz tanecikleri kadar acıtıcıydı. Asla gerçekleri kabul etmedi Attila, hiçbir zaman. Tüm hayatı boyunca, bazılarının başlarda geçer sandığı hayal dünyası, yani kendi dünyası, büyüdü büyüdü içinde ve büyüdükçe de; kendini küçülttü, içine kimseyi alamaz oldu. Ne bir zamanlar çılgınca aşık olduğu Ayla girebildi oraya, ne de bir başkası. Buna kim dayanabilirdi? Hangi kadın bu durumun üstesinden gelmeye çalışacak denli sevebilirdi bir erkeği? Ayla da sevmedi, onun kalbinin bir ayrıcalığı yoktu onu diğer tüm kadınlardan farklı yapacak. Kavgaların başlamasıyla bitmesi bir olurdu, çünkü Attila; suyun altındaki bir taş gibi asla kendisini yerinden oynatmazdı bağrışlara karşılık vererek, fakat suyun uzun zaman alacak olsa da onu eritip yoluna bildiği gibi devam ettiğini bilirdi… Uzaklaştıkça uzaklaşırdı... Sonunda gitmişti işte. Her gidiş gibi, birden oluvermişti.



Attila, bir kitap dükkanı sahibiydi. Aslında o sadece dükkanın sahibiydi, içindeki kitaplar tüm benliğini sarmış, onu rengarenk yamalardan örülü bir kumaşa çevirmişlerdi. Asla renkleri harmanlayıp kendi kumaşını dokuyamadı fakat çok farklı ve keskin dikişlerle ayrılı parçalardan oluşmak hoşuna gidiyordu. Bir an kar yağardı, bir an güneş açardı, ruhunu karartan güneş, bir an fırtına… Ve denize yağmur yağardı. Onun bu değişken halleri kendisini hoşnut ederdi, ne zaman canı sıkılsa, gelen müşterisine başka bir insan gibi selam verirdi, başka kitaplar önerirdi. Tiyatro oyuncusu olmaktan farksız bir durumdu bu onun için, doğaçlamanın son çare değil, esas kurgu olduğu, içinden gelenin anında dışarı yansıdığı bir oyun. Tamamiyle ayrı bir dünya…
O gün de Attila için sıradan ama kendi içinde çok farklı bir gündü. Akşama bar programı olduğu için, müşterilerini müzik konusunda yönlendirmeyi planladı kafasında, onlara dünyanın en mükemmel bestelerini dinleterek kitaplar öneriyordu, zaten önerdiği kitapları seven müşterileri iki gün sonra tekrar dükkanın kapısını çalıyorlar ve dahasını istiyorlardı. Onun için daha güzeli olamazdı, insanların ruhlarına uzaktan şekiller vermek, Demir Ökçe’deki Ernest olup ateşlendirmek, şizofren Deborah olup onları çıldırtmak, onların içlerine girmek mükemmeldi, gözlerindeki kelime ve düşünce açlığını hissetmek çok ayrıydı. Azgın akarsular gibi karşısında durulmayacak denli ateşli gözleri ilk bakışta anlardı Attila, müşteri içeri adımını attığı anda roman mı şiir mi, polisiye mi düşünsel mi; hangi içerikte kitaplar isteyeceğini neredeyse yanlışsız tahmin ederdi. O, insanları çözmekte ustaydı, hepsini okumuş, hepsi olmuştu; daha insanlar kendileri olmadan. O sadece bir kitapçı değil; hayat yontucusu ve insan sarrafıydı.
Aynada kendine baktı; hafifçe uzun, dağınık gri saçları, yorgun bir çerçeveye yerleşmiş parlak kahverengi ve her zaman bir mana içeren gözleri, onu serseri havasından uzaklaştıran, bilgiç kısa sakalları vardı. İki üç günde bir kıyafet değiştirirdi ama asla pis değildi, ayakkabılarını temizler ve her zaman parfümlü kokmaya özen gösterirdi. Bazen; bunların hiçbiri olmazdı; anı, anını tutmazdı ki onun! Pek uzun boylu sayılmazdı, ama az yemek yemeyi prensip haline getirdiği için zayıfçacık vücudundaki kemikleri görünürdü. Elleri… Hele elleri! Kasanın tuşlarına basarken, gitarın perdelerine dokunurken, mikrofonu kendisine çekerken, raftan lezzetli kitaplar alırken yahut yeni tatları raflara yerleştirirken kemiklerinin tüm hareketlerini görünürdü ellerinin. Ona biraz daha, zavallı, biraz daha yalnız, biraz daha umursamaz görüntü veren esas parçası, elleriydi. Zaten Attila, bir insanın ellerine bakarak onun hayatı hakkında fikir sahibi olunacağına inanırdı. Yorgun eller farklıydı, her daim manikürlü eller farklı, işçi elleri apayrıydı onun için, ninelerin elleri apayrı… Ama onun yanına gelen her el okurdu, her el bir kitapla çıkardı o dükkandan, bir kasiyere romantik bir aşk hikayesi; süslü bir hanımefendiye çarpıcı bir kenar mahalle hayatı iyi giderdi. Müşterileri tokatlamayı, sarsmayı, onlara rengarenk çiçek tarlaları göstermeyi, yaşam sevinci ve ölüm korkusu vermeyi severdi. Bunların hiçbiri dışarıda satılmazdı, manavda marul, kasapta et ve barda içki olur, diye düşünürdü hep. Fakat bu satırlar torbasında, hayat satılırdı. Kötülük ve iyilik. Para ve yoksulluk. Güven ve tutku. Her şey ama her şey… Bu düşünce zaman zaman içini kaplar ve onu hiç tatmadığı bir huzur duygusuna eriştirirdi. Bulut kümesinin içine dolduğunu, dünyanın ufaldığını ve elinin altına sığıverdiğini, dünyadaki insanları hamile bir kadın gibi içinde taşıdığını hissederdi. Tanrım! Bu ne huzur!

O gün, Attila akşamki bar programı için heyecanlıydı. İçinde her zamankinden farklı bir kıpırtı vardı. Ne olduğu üzerinde fazla düşünmedi, en fazla onu daha coşkulu çalmaya itecek dünya güzeli kadınlar, çalarken onu başka dünyalara sürükleyecek insanlar görebilirdi. Bu başka dünyaların bir kısmı alkolden de kaynaklanırdı kimi zaman… “Ah!” dedi içinden, “Bu acemi heyecanım beni nasıl tatmin ediyor…” İşte bu düşüncelerle ve yanılgılarla, akşam şöyle bir kitaplarına baktı, hepsi yerli yerindeymiş gibi bir rahatlamadan sonra kapısını kilitledi ve dükkandan ayrıldı. Hemen birkaç sokak ötede, yıllardır çaldığı bir bar vardı Attila’nın. Küçük, ama sağlam bir müşteri kitlesi vardı. Çoğunluğu zamanının iyi müzisyenleriydi müşterilerinin ama onlar da yeni kanları bu bara çekiyorlardı. Kolay kolay arbede çıkmazdı bu barda, burası biraz farklıydı. Onun gibi. Saat dokuza yaklaşıyordu, kulisine, yani barmen Suat’ın yanına gitti, bir müşteri gibi, yüksek koltuklara oturdu, Suat Attila’yı görür görmez birasını getirdi. Az biraz muhabbet ettikten sonra Attila ortadaki masaların ve sandalyelerin uzak köşesindeki, hafifi yükseltiyle kendini belli eden sahneye geçti. Ege, davulunun arkasındaydı, bas gitaristleri Emel de, gitarını akort ediyordu, Attila gitarını çıkardı, kablosunu taktı ve mikrofonu kontrol etti. Arkadaşları, yani müşteriler, her zamanki gibi dokuzu biraz geçe, neredeyse bomboş duran sandalyeleri doldurmaya başladılar. Enstrumental bir parçayla giriş yaptılar, ardından, o herkese iyi akşamlar diledi ve her zamanki serüven başladı. Çok sade, ama iç içe geçmeyi başarmış bir müzikleri vardı, kimi zaman Bülent Ortaçgil’in o eşsiz parçalarını yorumlarlardı, kimi zaman hiç bilinmeyen kıyıda köşede kalmış parçaları. Ama her zaman bir sadelik ve sıkı bir doku kulaklarında duyulurdu dinleyenlerin. Zaman alışıldık akışında müzikle ilerlerken, Moza Bar’da hiç görülmemiş birisi girdi içeri. “Kimseye Anlatmadım” diye akarken zaman, kestane rengi, dalgalı uzun saçlarıyla, koyu kahverengi büyük gözleri ve dolgun dudaklarıyla, çarpıcı güzellikte bir kızdı içeri giren. Arka masaların birine oturdu ve ortalarda gezinen garson yerine Suat’tan bir bira istedi, buraları pek bilmediği belliydi yine de her girdiği yeri benimseyebilen bir insan gibi oturduğu yerde rahat görünüyordu. Hiç konuşmadan, gözlerini sahneden ayırmadan şarkıyı dinledi. Parça bitti, fakat alkışlayanlara katılmadı. Yine de daha fazlasını bekler gibi, gözlerini müzisyenlere dikmişti, biraz endişe ve keder karışımı bakışları, melankolik şarkılar çalan parmaklar görmek istiyordu karşısında. Attila, onu içeriye girdiği anda fark etmişti, gözlerine dışarıdan bakıldığında kısa ama onun için yeterince uzun bir zaman boyunca bakmıştı, onun ne istediğini anladı ve önceden her zaman hazır olan çalma listelerinin dışına çıktı. Bunu sık sık yapardı zaten o yüzden diğer ikisi garipsemediler. Bu kızda değişik bir şey vardı. “Senden hoşlanmak için fazla yaşlıyım” diye düşündü kendi kendine. Ama yine de, çaldığı şarkı boyunca onu aklından atamadı, kızın gözlerini üzerinde hissedebiliyordu, ama o asla kıza bakmıyordu. Birkaç parça… Birkaç tane daha… Ve biraz ara vermeye karar verdiler. Attila sahneden indi, müşteriler arasındaki boş sandalyelerin birine oturdu ve düşünmeye başladı. Kimdi bu kız, neden gelmişti bu ücra bara? Neden sürekli ona bakıyor ve daha fazlasını isteyen gözlerini üzerinden çekmiyordu? Bir müşterisi değildi kesinlikle, buna emindi. İstediği şey bir kitaptan fazlasıydı. Gecenin sonuna kadar beklemeye karar verdi, eğer kız bir şey derse, merakını giderebilecekti eğer demezse, bir gizem olarak kalacaktı, o güne ait belki de yersiz bir sır. Gecenin sonuna kadar bekledi, tıpkı karar verdiği gibi. Ama kafasını kaldırdığında kız ortadan kaybolmuştu. Gitarını usulca sandalyesine dayadı, mikrofona yaklaşıp usulca teşekkür etti ve yine herkese iyi geceler diledi. “Hayatınızdan ayırdığınız birkaç saat için teşekkür ederiz…” Oturduğu yerden kalktı, sahneden indi ve kızın oturduğu masaya gitti, fakat gittiği apaçık ortadaydı, adisyonun üzerine bir miktar para bırakmış ayrıca birasının da yarısını içmemişti, oturduğu sandalyede, arasına notlar yazdığı bir kitap duruyordu. Oldukça uyduruk görünen kitabın kapağı özensiz ellerde yırtılmış, haddinden fazla katlanmış görünüyordu. Fakat bunu o kız mı yaptı bilinmez, kopan parçalar yerlerine bantlarla biraz dikkatsizce yapıştırılmıştı. Kitabı eline aldı Attila, ve adisyonla beraber yüksek masaya yöneldi. Parayı Suat’a uzattı, hiçbir şey söylemeden kitap elinde kapıdan çıktı. Çıktığı gibi girip, Suat’a seslendi. “Kitabı arayan olursa dükkanı söyle.” Ve yine çıktı. Barla kitap dükkanının neredeyse tam ortasında çok eski bir apartmanın üçüncü katındaki evine çıktı. Loş ışıklı salonunda, rahat koltuğuna oturdu ve sanki kızı tanımasını sağlayacakmış gibi, kitabın kapağını açtı, okumaya başladı. “Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar Maria adında bir fahişe varmış…” Okunmayan kapak, gözünde canlanmıştı, Paulo Coelho’nun On Bir Dakika’sını elinde tutmaktaydı. Demek kız, bir Paulo Coelho hayranıydı, bu izlenimi nerden edindiğini düşündü ama bulamadı, onu okumaya yeni başlamış olamazdı, kesinlikle öncesi olmalıydı bu işin; hem kimse onu bu kitaptan okumaya başlamazdı ki! Okumaya devam etti, bir süre sonra, kitabı vestiyere koydu ve yatağına gitti. Aklındaki büyük kahverengi gözler, eskilerden bir sonbahar yaprağı gibi, silik anılar çağrıştırıverdi ona ama; daha fazla düşünmeden, kızın onu görmeye geleceğinden emin olarak, uykusuna daldı.

Attila saat kurmazdı, asla gecikmezdi de kalkmaya, onun saati içindeydi; sanki uyumadan önce aklı sabahki işlerin alacağı zamanı hesaplar ve evden çıkış saatinden önce uygun bir saat belirlerdi. Kalktı, duş aldı, dişlerini macunsuz diş fırçasıyla fırçaladı ve çayını içip evden çıktı. Yoldaki pastaneden dükkanda yiyecek birkaç ıvır zıvır aldı ve farklı beklentilerle açtı dükkanının kapısını. Kapının altında bir not yoktu, bu bir hayal kırklığıydı. Kapının çanını duyan kedi azgın patileriyle, kocaman vücuduyla Attila’nın bacaklarına dolanmaya başladı gece boyunca bir şey yememişti. Attila, yerdeki plastik kaba minik dolaptan süt doldurdu ve kedi sütü kana kana içmeye başladı. “Çok durgun bir gün başlıyor” diye düşündü Attila kendi kendine, içinden umutsuzluk akıyordu, fakat bunu bilinçli yapıyordu. Umutsuzluğun, istediği olayları ona çektiğini düşünürdü, emin olamamak duygusu, bilinçlice edinilmiş bir tuzaktı onun için. Kediyi kucağına aldı, bilgisayarı açtı ve dünden kalan birkaç sipariş işini halletmeye koyuldu, içinden atmaya çalışıyordu tüm ümidi, böylece dünkü kız gelecek, kitabını soracaktı. Poğaçasını isteksizce ısırdı, yeni demlediği çayını yudumladı.
Öğlen oldu, akşam oldu ve müşteriler geldi geçti. Ama kızdan ses soluk yoktu. Dükkanın kapısında asılı “açık” levhasını ters çevirdi. Sanki bütün beklentileri de ters çevrilmişti aynı anda. Koca kedi,birden kapıya atıldı ve camı tırmalamaya başladı, her zaman peşinde dolaştığı zayıfçacık sokak kedisini görmüştü, Attila “Sen eğlen bakalım” dedi içinden, kapıyı açtı ve kemik torbasını almak için eğildi. Kitapçının hemen yanındaki apartmanın girişine oturmuş, ürkütücü bir anilikle “Nihayet kapattınız” diyen sesin sahibinin ayaklarını gördü. Figür ayağa kalktığında Attila gelenin o kız olduğunu anladı. Gülümsemesine zor engel olarak “Merhaba” dedi.
-“Merhaba, dün akşam kitabımı unutmuşum, buraya gelmemi söylediler ve ben de geldim. Aslında sabah da buradan geçtim ama akşamı beklemek istedim.”
Bütün bunları söylerken, kendine özgüveni yerinde gibiydi fakat gözlerinde bir kararsızlık vardı. Kız sanki hayal dünyasında, ödünç kelimelerle konuşuyordu. Attila, bir an tereddütten sonra usulca, “ İstersen içeri girebilirsin, zaten dükkanı kapattım, bir kahve içebiliriz. Ayrıca senin şu Coelho hakkında biraz sohbet etmek isterim.” Dedi. Kızın gözleri parladı, heyecanlı atılışını acemice engelleyerek içeri giren Attila’yı takip etti. Aldığı veya göz attığı kitapları okuyanların oturduğu oldukça eski ve bir o kadar rahat koltukların birine oturdu. Kız, masanın üzerinde bilgisayar çıktısı halinde istifsiz şekilde duran kağıtlara göz atmaya başladı. Kağıtlarda, farklı kişilerin gelip bıraktığı, kimi kendilerine ait kimi de denk geldikleri öyküler vardı. Araya şiirler ve kısa çarpıcı paragraflar karıştığı da oluyordu. Kiminin üstüne birkaç damla kahve dökülmüştü, bazısı belki de asla ünlü olamayacak yazarlar tarafından imzalanmıştı. Her bir öykünün üzerinde bir numara vardı ve bu numaraların üzerinde yazıldığı bir çok zarf. Zarfların birini açtı, büyük, küçük, jilet keskinliğinde kesilmiş, yırtılmış kağıt parçaları çıktı bu zarfın içinden. Kağıdın birini aldı, okumaya başladı…
“Sevgili Yazar,
Biliyorum bu öykü sizin için çok duygusal ama biraz daha dışarıdan yazamaz mısınız? Kelimeler içinizden çıktığı gibi cıvık ve katıksız, bu iyi midir derseniz, şimdilik hayır. Ben, -masa öyküleri’nin sıkı takipçisi- size daha kontrol sahibi olmanızı öğütlüyorum, siz biraz sonra, milyonlarca kere çaldığı parçayı yeniden yorumlayacak muhteşem piyanist değilsiniz, kelimelerle doğaçlama yapmak; tecrübe ister… Ellerinizden öperim… Kırılmayınız… 13.”
Kız, okuduklarından emin olmayarak kafasını kaldırdığında Attila’nın muzipçe gülümseyen dudaklarını gördü. Attila, açıklama bekleyen gözlere bakarak, “Açıklıyorum... İyi dinle.” Dedi. Sanki dünyanın en özel minik sırrını gizlice duymaması gereken birine söylüyordu. O da koltukların birine oturdu, kahvesini masaya bıraktı ve elleri onun her açıklama yapmaya hazırlandığı sıradaki gibi, birbirine kenetlendi. “Bu kurmacanın adı Masa Öyküleri’dir. Bazı müşterilerim, ben, yakın yazar dostlarımız zaman zaman küçük öyküler yazarız. Herkesin bir numarası vardır, bazıları rumuz tercih etmekte ısrar etti ama bence öyküler yeterince kişilik yansıtıcı. Rumuza hiç ihtiyaç yok. Her neyse, diyelim ben bir öykü yazdım. Öyküme bir de numaramı yazıyorum, ve bir gün gelip onu masaya bırakıyorum. Gel zaman git zaman öyküm buraya oturanlar tarafından okunuyor ve üzerinde numaramın yazdığı zarf, kağıtlarla, yani diğer yazarların yorumlarıyla doluyor. Elbette herkesin bir zarfı olmak zorunda ki bıraktığı şeyler değerlendirilebilsin. Kimse kimseyi şahsen tanımıyor, belki tanıyor, ama farkında değiller. Bizler böyle ayakkabılar, kravatlar ve takılarla değil, kestirmeden en uzak içlerimizle arkadaşlık kuruyoruz. Bu bizim tutkumuz. Okumak… Yazmak. Sonra okunanlar üzerine yazmak. Bu yazılanları okuyup tekrar kelimeler dökmek. İnsan gizemden hoşlanmaz mı? Elbet hoşlanır, bu da bizim gizemli kurmacamız. Barda satılan Gizemli Süt gibi bir şey” dedi ve ardından kesik bir kahkaha koyuverdi. Kız, Attila’ya gözlerin ifade edebileceği son hadde bir şaşkınlık ve hayranlıkla bakakaldı. Attila bunu fark edip hemencik, “Etkilendin, ha? Sen de katılabilirsin tabi eğer okuma yazmak varsa” dedi. Okuma yazma derken neyi kastettiği gayet açıktı.

Kız kahvesine uzandı ve Attila kızın bilekliğinde yazan ismini okudu. “Eylül.” O an, uzaklardan gelmiş koca bir rüzgar kümesi beraberinde, gözleri her zaman Eylül ayını anımsatan bal rengi hüznü getirdi. İçi öyle bir titredi ki Attila’nın böylesini hiç yaşamamıştı. Ne çaldığı birbirinden güzel şarkılar, ne güzel vücutlu kadınlar, ne de her okuyuşunda onu kendinden geçiren şiirler… “Olamaz” diye düşündü. “Koskoca Ankara şehrinde, yüzlerce babanın kızından benim Eylül’üm yanımda olamaz. Beni bulamaz. Kimse benden iyi kaçamaz.” Böyle bir düşünce içine girmesinin ne kadar saçma olduğunun bilincindeydi, yalnızca yıllardır damla damla biriken utanç duygusunu engelleyemediğinden Eylül hakkında saçma sapan şeyler aklına getiriyordu. Bu şehirde, yüzlerce aynı isimde, aynı gözlere sahip güzel genç bayanlar olmalıydı. Sonunda kendini bir nanosaniyede ikna edebildiğini düşündü. Attila’nın gözlerindeki tedirginliği ve kararsızlığı anlayan kız, ne olduğunu sormaktan çekiniyordu. Başka konular açmaya, onun ilgisini dağıtmaya çalıştı.
“Ee, demek müzikten anlıyorsunuz…”
“Ben ondan anlıyor muyum bilemiyorum ama o benden çok iyi anlıyor. Yalnızlığa, yalnızlığı bozmadan dahil olabilen tek şey benim için. Yoksa, biliyorsun –Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz…” Bu cümlesinin ardından onun tepkisini merak ederek yüzüne baktı kızın, konuşmanın bir önceki kısmında gördüğünden farksızdı. Hayranlık, merak, fazlasını duyma isteği yüzünü çepeçevre sarmıştı. Fakat bu Attila için bir hayal kırıklığıydı. Bu cümleyi biliyor olmasını ümit etmişti. Ama belli ki bilmiyordu, kızın kendinden emin, duyduğu cümlenin konuşmaya tamamen uygun olmasının vereceği hoşluk, tıpkı yazım kurallarına uygun bir yazının okunduğunda verdiği gibi, onun yüzünde yoktu. Ama, bu kötü müydü? Attila için hayır. “Beklentiler hayal kırıklığını besler” diye düşündü, güzel bir kız aynı zamanda kitap okuyan biri demek değildi ki…
“Ben de bir zamanlar müzikle ilgilenmiştim” dedi kız. “Ama bıraktım, yani o kadar zahmetli geldi ki, notaları okumayı öğrenmek, aynı anda çalmaya çalışmak… Hiç bana göre değil, ben sizin gibi güzel çalanları dinlemeyi tercih ederim. Sahi, bir daha ne zaman çalacaksınız?”
Attila, kızın konuştuğu kelimeleri ilgi çekici bulmuyordu. Sokaktaki herhangi bir insan gibiydi. Neden onun farklı olmasını bekliyordu? Bunun için bir sebep göremedi, daha fazla düşünmeyi bıraktı. Kız, bu suskunluk süresince onun ne kadar ilginç biri olduğunu düşünüyordu. Böyle basit bir soruyu yanıtlarken bile düşünceli görünmesi, zaten etkilenmeye açık bir aklı kurcalamıştı.
“Yarın da çıkıyoruz. Boş zamanın olursa gelirsin. Bilmiyorum müziğimizi seviyor musun…”
“Tabii ki! O kadar duru ki… Sanki her biriniz su olup akıyorsunuz havaya. Kalbime. Bir uyuşturucu gibi.”
“İşte bu!” dedi Attila kendine, “Ondan duymayı umduğum cümle bu…” Gülümsedi. “Demek Paulo Coelho okuyorsun… Neden kitap bu halde, bakalım?”
“Çünkü o ikinci el bir kitap. Onu kapağı bu halde olduğu için aldım aslında. Yoksa daha önceden okumamıştım Coelho’yu. Ama girişi çok etkileyici değil mi?”
“Oldukça.”
“Fahişeler ilginç değil mi?”
“Pek sayılmaz. Kitaptaki böyle olabilir ama gerçekleri için aynı şeyi söyleyemem. Daha büyüyeceksin, bunu unutma. Aklını açık tut. Hadi artık gidelim. Saat geç oldu evdekiler seni merak eder.”
“Annem hala çalışıyor benim. Ama haklısınız evde olsam iyi olur.”
“Evin yakın mı? İstersen seni bisikletimle bırakırım.”
“Pek değil, ama alt geçite kadar gidebiliriz.”

Attila ve kız, eski püskü ama hala sağlam olan bisiklete bindiler ve kız şehrin göbeğindeki alt geçitlerin birine yaklaşınca indi. Attila’ya teşekkür etti, sadece bir kalbin anlayabileceği uzunlukta bir süre için ondan bir “hoşça kal öpücüğü” bekledi, fakat hemen vazgeçip merdivenleri inmeye koyuldu. Attila Eylül merdivenleri bitirene dek orada öylece durup onu izledi. Kız, sanki içinde bir pervane varmış gibi, sevinçli zıplamalarla yürüyordu, geçirilen keyifli anların bacaklarına, kollarına, saçlarına, vücudunun her yerine nüfuz ettiğini görmek, Attila’yı sevindirdi. Çünkü her ne kadar aynı fiziksel tepkileri gösteremeyecek kadar yaşlı olsa da, yüreği onunkinden farksızdı. Kendisinin bil anlam veremediği bir heyecan tüm benliğini kaplamıştı, sanki yıllar sonra birine aşık olabilmeyi başarmış gibi, sürekli kızı düşünüyordu. Eylül, ona yıllar önce tattığı ama henüz anımsayamadığı bir duyguyu anımsatıyordu. İsmini veremediği şeyler Attila’yı hem korkutur hem de isteklendirirdi. “Tamam öyleyse” dedi içinden, “Şimdi eve gidip keyif çatma vakti…”

Bisikletini yerde duran demirlerin birine kilitledi ve uzaktan apartmanına baktı. Dört katlı bir binaydı, yalnızca en üst kattaki kendi evinden ışık gelmiyordu. “İlk katta Yaşlı bir kadın oturuyor.” diye düşündü, “İkinci katta evlat edindiği kızıyla yaşayan genç bir kadın, ve üçüncü katta henüz üniversitede okuyan, arada bir onu ziyarete gelen genç… Ya dördüncü katta kim oturuyor?” diye sordu. Sorunun cevabı o kadar uzundu ki, merdivenleri çıkana, eve gelip koltuğunda bir müddet oturana ve sonunda her zamanki gibi birkaç şişe şarap açana dek bu soruyu düşünebileceğini tasarladı. Ama öyle olmadı, hiçbir zaman bir şeyi enine boyuna düşünemezdi. Kafasında planlayamazdı, sadece oturur ve beklerdi. Sanki fikirler o bekledikçe bir yerde birikir, zamanı gelince de dışarı çıkardı. Eğer illa bir konu üzerinde tartım yapacaksa bunun için kalem ve kağıda ihtiyaç duyardı. Buna rağmen Attila, çok güzel konuşurdu. Karşısına geçen kişi, ne konudan bahsederse bahsetsin onu dinlerdi. Ama kağıt üzerinde konuşması çok farklıydı. Bazı anlarda eli kelimeleri yazmaya yetişemezdi. Bu zamanlarda akan fikir nehri, birikmeyi beklemeden çağlardı. Kimi zaman bu nehir nöronların ide üretmesinden değil de, duygu üretmesinden sorumlu olmasından süzülürdü. ( Duyguların da aslında beynin ürünü olduğunu öğrenmek, o çeşitli salgı bezleri yoluyla dalgalandığını öğrenmek Attila’yı şoka uğratmıştı. Uzunca bir süre bunu reddetse de üzerinde daha fazla düşünmeyerek, yalnızca kan pompalamaya yaradığı düşünülen kalbin özel yerini korumuştu.)
Birkaç bardak şarabı hızlıca içtikten sonra ( şarabı kadehle içmezdi), Televizyonu açtı. O kadar çok kanal vardı ki, mutlaka bir şey bulabilmeliydi. Ama öyle olmadı, insanlar diğer insanları koltuklarında tutmak için türlü şaklabanlıklar, sahtekarlıklar ve kurmacalar yaratıyordu. Kimi, kadınların dayanılmaz güzellikteki vücutlarını teşhir ediyordu kimi de siyaset adına ( “tamamen dünya için kurgulanmış berbat bir oyalayıcı” diye tanılamıştı siyaseti bir keresinde) tartışan kişileri gösteriyordu. Büyük bir hayal kırklığıyla kumandanın kırmızı düğmesine bastı ve evinde ne denli gereksiz bir obje bulunduğunu düşündü. Yerdeki alçak masanın üzerinde, cam suratlı, üzeri düğme dolu, eski bir alet vardı ve bu alet film izlemek dışında hiçbir işe yaramıyordu. Zaten, eğer film de izleyemeseydi, onu çoktan çöpe atmıştı. Kitap vaktinin geldiğini hissetti. Her şeyin vakti gelirdi. Gün içinde, uyanırdı insan. Yemek yeme vakti gelirdi. Vücudun bir saati vardı, saat sekiz olduğu için değil, uyandıktan sonra bir saat geçtiği için acıkırdı insan. Gençken bunu annesine anlatmaya çalıştığında, annesinin koca bir dilim ekmeği ağzına tıktığı anı hatırladı. Gülümsedi. Kesinlikle, onu eskilere götüren bir kitap okumalıydı. Şişenin dibindeki şarabı da hızlıca bitirdi. Diğer şişeyi poşete koydu ve apartmanın merdivenlerini hızla indi. Bisikletine atladı ve birkaç geniş sokak ötedeki Emel’in evine doğru pedal çevirmeye başladı. “Evde mi acaba” diye düşündü, ama zaten o bir yere gitmeden önce haber vermeyi sevmezdi. Kendine karşı gelmedi ve iki büyük teker, binanın önünde durdu. Emel balkondaydı. Attila, ıslık çalıp kadının dikkatini çekti. Emel gülümseyerek, “Bir kere de ara be kardeşim!” dedi. Kapının açılma sesini duyduktan sonra, Attila bisikletini apartmanın girişine bıraktı, basamakları üçer beşer çıkarak kırmızı boyalı, üç numaranın kapısından içeri girdi. Emel, poşeti alarak “Nasıl da affettiriyorsun… Ama eminim bunu yalnızca kendin için getirdin” dedi. Gülüştüler.
Emel ve Attila o kadar iyi arkadaşlardı ki, kadın ve erkek olduklarını unutmuşlardı. Attila bazen, erkek ve kadın olma durumunu ön plana çıkaran insanların iyi ilişkiler kuramadığını düşünürdü. Bir insanın önce içiyle arkadaşlık kurmak gerekir derdi. İlişkinin temeli buydu, beraber gülebilmek, nazikçe koluna dokunup kapıyı açabilmek, erkeğin kadının gözlerine bakınca anneyi, çocuğu, dişiyi aynı anda görebilmesi. Daha muhteşem ne var? Derdi. Kadından daha muhteşem ne var? Bunu diyen biri için fazla boş bir aşk listesi vardı belki ama o insanları çözebilmişti. Her neyse, kadınları düşünmeye pek zaman ayırmazdı zaten.
İkisi birlikte mavi brandalı balkona geçtiler. Görünen tek doğa manzarası ayın karşı apartmandan yükselişiydi. Attila’nın aya uzunca bir süre baktığını gören Emel, birden kafasından geçenleri okuyuverdi. “Ne kadar çok beton var etrafımızda değil mi? Ayakkabılarımızı giyip dışarı çıkıyoruz, asfalt, beton. Sonra, eve geliyoruz ayakkabılarımızı çıkarıyoruz, çoraplı ayaklarımızla, koltuk kumaşlarında geziniyoruz, çıplak ayaklarımızın ilk gördüğü ya banyo küveti ya da yatak çarşafı…” Attila, içten bir kahkahayla Emel’in sözünü kesti.
“Orda dur bakalım benim ayaklarım sadece banyoda çıplaktır! Ben yatarken çoraplarımla yatarım!” Emel, masadaki su bardağının dibindeki damlayı Attila’nın suratına sıçratıverdi, “Hadi ordan yalancı, senden titiz insan görmedim ben daha!” Bu konuşmalardan sonra, sohbetin gideceği yön anlaşılmıştı. ( Aslında sohbetlerin bir çok ışıklı, ağaçlı, topraklı yolu vardır. Sohbetin girdiği ayrımlar vardır. Yoldaki sürücüler ve ruh halleri belirler bütün rotayı.) İstikamet, alabildiğince şamata gırgırdı. İki kişinin, yalnızca iki insanın, bir çok insan olup gırgırın dibine vurmasından daha güzel kaç şey vardı? Ya da tek bir insan…

Günler geçip gidiyordu, Attila Eylül’ün üzerine biraz şarap dökmüş, biraz kitap okumuştu. Apartmanının oturduğu cadde boyunca sıralanan yeşil ağaçlar artık gittikçe ölüyor, ama öldükçe ona hayat veriyorlardı. Kırımızı, paslı jantlı bisikletinin tasmasını çözdü, ama bisiklet dünyanın en uysal köpeği gibi bekledi onu, Attila usulca bindi, usulca pedalları döndürmeye başladı. Etrafı izlemeyi seviyordu, hava iyice soğumaya başladığından her zaman giydiği hırkası sırtındaydı, yine. Bütün bir yol boyunca sonbaharı beklerdi o, yaz ve bahar sanki birer prosedürdü onun için, mecbur olduğu, uyuşuk ve sarhoş olduğu bu iki mevsim geçince, hayatına kaldığı yerden devam edebilirdi artık. Turuncu bir hayatı vardı onun, koyu turuncu, kızıl, kahverengi. Mükemmel örgünlükteki bir şarkıda olduğu gibi, ruhunun asit-baz dengesi sağlanırdı. Bazen kendi kendine, yalnızca sonbaharın yaşandığı bir ülke olup olmadığını sorardı. Her zaman soğuk, her zaman kazaklı ve kahveli. Ya da belki, sonbahar nerdeyse oraya gitmeliydi. Altı ay boyunca bir yerlerde, sonra aşığı olduğu kadının peşinden başka bir bölgeye. Dünya üzerinde her hangi bir yere. Zencilerin olduğu, çıplakların olduğu, köpek yiyenlerin, hep bisiklet sürenlerin olduğu bir yer de olabilirdi. Ama hiçbir zaman bunu yapmayacağını biliyordu, eğer yapabilecek olsaydı, terk etmek için daha fazla nedeni olduğu zamanlarda çoktan yapmış olurdu. Terk etmek için cesur muydu? Terk ettiğinde arkasına bakmayacak kadar acımasız ve umursamaz? Değildi. Olamazdı. Ufak dünyası onunla oldukça, terk edebileceği hiçbir yer yoktu onun için, çünkü sokaklarında ayaklarının yürüdüğü dünyaya bir sarhoş gözüyle bakıyordu, algılamıyordu dünyayı. İnsanları algılamıyordu. Kavga ediyorlar, bağırıyorlar, tartışıyorlardı her zaman, kimse sakin değildi herkesin acelesi vardı bir yerlere, bir şeylere. Ölmekten kaçmaya çalışıp, ölümün kucağına gidiyorlardı oysa, çünkü ölüm kocaman bir daireydi.
Pedal çevirmeyi bıraktı. Ara sokakların birinde, bisikletini yere, kaldırıma yatırdı, sonra onun yanına oturdu. Hırkasının cebinden bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına koydu filtreyi, kibritini yaktı ve yanışını izledi. Birkaç tane daha, biraz daha… Son kibritiyle sigarasını tutuşturdu. Kemikli elleriyle, soğuktan biraz titreyerek sigarasını içmeye başladı. O kadar çok şey vardı ki kafasında, bu yaşa gelmiş olmasına rağmen, hala bir şeyleri çözemediği için kendinden utandı, kendini aciz hissetti. Hala, insanları düşünüyordu, neden böyle davrandıklarını, neden artık sarsılıp kendilerine gelmediklerini düşünüyordu. Herkes bir rüyadaydı, herkes bir furya içinde eriyip gidiyor, ama aynaya baktıklarında gerçeği göremiyordu. Kendini beğenmişin biriydi belki Attila, kişiliği saçma sapan sorular doğuran, ne olduğunu kimsenin anlamadığı, ölene kadar süren bir ergenlik içindeki insancıktı, belki. -Yine geldik “bana”- dedi içinden. Sinirlenip, oturduğu yerden hızla kalktı, bisikletini bir hışımla tutuverdi. Kırmızı, şaşırıp kaldı, ağır uykusundan uyandırılınca, yine dönmeye başladı tekerlekleri, koskoca dünya üzerinde, dükkana varmakla bitmeyen yolunu kat etmeye başladı. Belki de, bisiklet, bir an için ne zaman duracağını merak etti.

Dükkanın önüne geldi. Elektrik direğine kırmızıyı bırakıp, kapının kilidini açtı. Kilit sesini duyan kedi, Attila’nın yanına koşmaya başladı. Yine içerde mi kaldın sen, diye söylendi kendi kendine Attila. Hemen onu kucağına aldı, kadife kırmızı koltukların birinde okşadıktan sonra kediyi oracıkta bıraktı. Tam günün keyifsiz olacağından yakınmak üzereyken, kapıdan içeri giren Ege ve Emel’i görünce, bütün kendinden hoşnutsuzluğu kayboluverdi. Müzik aklına geldi. Kendi müziği. “N’aber moruk?!” dedi Ege, Attila’nın boynuna atılarak. Ege bir günlüğüne şehir dışına çıkmıştı, sanki hemen özleyivermişlerdi birbirlerini, aynı şehirde olmadıklarını bilmek kötü hissettirmişti. Onlar ayaküstü sohbete başladıkları sırada, Emel az önce girdiği kapıdan bir daha girdi.
“Nereye gittin yahu bu kadar hızlı!?”
“Aç kurtları doyurmak gerek, burada tek kadın ben olduğuma göre, görev bana düşer galiba” dedi Emel, gülerek.
Yakınlardaki fırından aldığı sıcak ekmeği, dükkanın arkada tarafındaki masaya bıraktı. Ufak buzdolabından kahvaltılıkları çıkarmaya başladı. Attila, çay demlemek için su ısıtıyordu, Ege de kitaplar arasında bir yerlerdeydi. Herkes, aynı anda meşgul oldukları şeyleri bitirince, masada tekrar buluştular. Keşke her günüm böyle geçse diye düşündü her biri, ama biliyorlardı ki, her günün böyle geçmemesi daha iyiydi. Durumun hoşnutluğuyla, birbirlerine bakıp gülümsediler. Yaşamak güzeldi.

Günlerden beri ilk kez Attila’nın aklına Eylül geldi. Acaba kız ne yapıyordu? Onu bir daha görecek miydi? Onu bıraktığı alt geçide tekrar gitmeyi düşündü, tekrar giderse belki onu oralarda görebilirdi, ama bunu yapmayacağını biliyordu. Gerçek tesadüflerden hoşlanırdı o, kurgulanmış şaşırtmacalardan değil. Eğer onu göreceksem, zaten görürüm diye düşündü. Kapının zilini duydu, yeni gelen bir müşteriyle düşüncelerinden sıyrıldı.


Akşam sürpriz bir telefonla Moza Bar’a çağrıldı Attila, o gün programı olmamasına rağmen Suat’tan gelen telefon, onun bu gece de çalması için istiyordu. Tabii ki kabul etti, Emel ve Ege’yle telefonda görüştükten sonra kırmızının sırtında evinden ayrıldı. Pedal çevirirken kendisini müzik yapmaya isteklendirmeye çalıştı, tellere dokunmak gelmiyordu içinden bugün, yalnızca susmak istiyordu. Ellerinin susmasını, ses tellerinin titreşmemesini, gözlerinin kimseye bir şey söylememesini istiyordu, uyumak istiyordu. Barın önünde durdu, kırmızıyı girişte yerde duran demir parçasına kilitledi, gitarıyla beraber kapıdan içeri girdi. Emel de Ege de onu bekliyorlardı, gecikmediği halde beklenmekten hoşlanmamıştı, aslında çevrede hoşlanmaya değer bir şeyler bulmakta güçlük çekiyordu. Suat, Attila içeri girer girmez, birasını bardağa doldurdu, ona uzattı. Birkaç kere duraksayarak birasını içti Attila, bir tane daha getirip getiremeyeceğini sordu, Suat şaşıracak kadar tanıyordu onu. Bas gitara, davula tek kelime etmeden gitarının akordunu kontrol etti, mikrofonun sesini açmalarını işaret etti ve nihayet başıyla arkadaşlarına selam verdi. Şarkı söylemek dışında ses çıkarmak istemiyordu, örmeye yeltendiği duvarın sebebi buydu. Bugünde anlatamadığı, anlayamadığı, hatırlayamadığı ama eskiden gelen garip bir rüzgar vardı.
O gece, bara bir doğum günü programı için çağrılmışlardı, gerçi Attila’nın bunu önemsediği yoktu, şarkılarını çalıp bir an önce birkaç kadeh şarapla yalnız kalmak istiyordu evinde. O, başka yerlerde olmanın hayalini kurarken, gülüşen, şakalaşan, birbirleri için kapıyı tutan bir grup insan girdi içeri. Aldırmadı, programın başlamasına yaklaşık yirmi dakika varken, gitarını çalmaya başladı, arkadaşları ona eşlik etmek istemediler, onun yalnız kalmak istediği ortadaydı çünkü. Birkaç grup daha girdi içeri, hepsi de otuz hatta otuz beş yaşını geçmiş insanlardı, fakat herkesin yatığı gibi bu saatte evlerinde değillerdi, bu düşünce biraz teselli vericiydi onun için. Kalktılar sahneden, üçü birden, öndeki bir masaya oturdular biraları geldi masaya, ardından da doğum gününü düzenleyen adam.
“İyi geceler, sizi de buraya çağırdık ama sanırım programınız yokmuş bugün, isminizi duymuştum, arkadaşım hoşlanır diye düşünerek burada kutlayalım dedik doğum gününü…”
“Ne demek, zevkle çalarız, hangisi arkadaşınız?” Emel, adamda kötü izlenim bırakmak istemiyordu.
“Burada değil, gelmedi daha, aslında haberi de yok, büyük çoğunluk gelince ona telefon edip çağırmayı düşündük.”
“Çok güzel, çok güzel. Sürpriz yani; güzel…”
“Evet, biz almayalım vaktinizi, sizden bir isteğim olacak sadece, arkadaşım içeri girdiğinde, biz alıp getirince kim olduğunu anlarsınız, Tracy Chapman’ın You are the one şarkısını çalar mısınız?”
Emel, Ege ve Attila birbirlerine baktılar; Attila’nın ağzından çıkacak kelimeler çok önemliydi, yıllardır çalmamışlardı bu şarkıyı hatta onun dinlemediğinden bile emindi Emel. Attila, tamam dedi, çalarız. Adam onları yalnız bıraktı, arkadaşları da Attila’yı. Aklından geçenler, aslında yapmak istediği şey uyuşmamıştı bu kez, ama bu ciddi bir konu diye düşünürken aklının bir kısmı, diğer kısmı da boş vermesini söylüyordu.
Bu şarkı Ayla’nın Attila’ya aşık olduğu şarkıydı. Evden ayrıldığı günden beri, asla dinlememiş ve çalmayı reddetmişti. Bugün neden hatta daha önemlisi nasıl kabul ettiğini anlayamayan yalnızca kendisi değildi, Emel bu kararın boş vermişlikle bir ilgisi olmadığını bal gibi biliyordu. Moza’da üç kişi, çok farklı düşünceler içindeyken masalar iyice dolmaya başladı, birkaç masanın birkaç sandalyesi boştu yalnızca, ne çok seveni varmış diye düşündü üçü birden, sahneden görünen (rahatça görünen) masalara bakınca. Yerlerini almışlardı, ve müzik başladı. Herkes sohbetini bıraktı, içkiler, ve müzik vardı yalnızca; tam bir müzisyenin isteyebileceği gibi…
Üç arkadaş bardakların dibindeki son yudumları da içtikten sonra tekrar, bu kez beraber çalmak için, sahneye çıktılar. Ufak bir deneme girişinden sonra birbirlerini onaylayıp ilk şarkılarına başladılar. Birbirlerine şaka yapan insanlarla dolu masaların dikkati şimdi üçündeydi, bir yandan fark etmeden içki içiyorlar diğer yandan fark etmeden müzik dinliyorlardı, akıllarında farklı şeyler vardı hepsinin.
Dışardan gelen üç arkadaşın içeri girmesiyle, Önceden gelip onlarla konuşan adam işaret verdi, emel, ege ve attila yıllardır çalmadıkları “You are the one” şarkısını çalmaya başladılar. İçeri girenlerden birinin doğum günü sahibi olduğunu anlayan bar ekibi, hemen tavandaki ışıkları da açtı ve herkes hepbir ağızdan, biraz da attila’yı bastırarak, “İyi ki doğdun Ayla!” demeye başladı. Doğum günü sahibi ortaya çıkmıştı… O anda sahnede hayat durdu. Attila sustu. Gitarı sustu. Kulakları uğuldamaya başlamıştı, etraftaki hiçbir şeyi görmüyor ve hiçbir şeyi duymuyordu. Elleri titremeye başladı, kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki bir an buna dayanamayacağını sandı. Sanki tavandan süzülen ışıklar gözlerine bıçak gibi saplanıyordu, zaman kavramını yitirmişti. Emel Attila’nın sırtından yakalayıp kendisine çevirdi.
“Attila iyi misin? Kendine gel, bir şeyler söyle!”
Attila kendine geldi. Omuzları kaskatı kesilmişti. “Ben iyiyim.” Dedi yalnızca. Ama yıllardan beridir kimse onun bu denli zayıf bir sesle konuştuğunu duymamıştı. Bu kez gerçekten, zayıftı.
İşin yalnızca Attila kısmı yoktu, bir de Ayla tarafı vardı bu anın. O da, Attila’yı hiç beklemezken karşısında bulunca, suratındaki bütün ifade silindi, aynı şeyleri sanki o da yaşamıştı, elleri karıncalanmış, kemikleri incelmişti bir anda, ayakta duramıyordu. Partiyi organize eden arkadaşı ona bir sandalye çekti ve panik içinde Suat’a su getirmesi için seslendi. “Hay Allah! Çok mu sürpriz oldu acaba, keşke yapmasaydık!” diye hayıflanıyordu, her şeyden habersiz. Olay Moza’daki beş kişi arasında oluyordu sanki. Aynı mekanda, aynı zamanda, insanlar bir aradayken bile aynı frekansta olmayabiliyorlardı demek ki. Suat, Ayla, Attila, Emel ve Ege panik içinde, kaçamak bakışlarla birbirlerine bakıyorlardı. Ayla, tuvalete gitmek için yerinden kalktı ve diğer dördü Attila’nın başına üşüştüler. Bu garip “baygınlık” anını zamanın normal akışına karıştırmak için hemen bir şarkı açıldı, insanların kendilerine gelmeleri için müddet verildi. Aslında kimse Attila’nın durumunu farkında değildi, herkes Ayla’nın çok heyecanlandığını, ya da fazla duygusallaştığını düşünüyordu. Olsun, dedi hepsi içinden. Şaşırdı ya, ondan… Bilmiyorlardı şaşırdığı şeyin ne olduğunu, yıllardır içine taşıdığı kocasını birden karşısında buluvermenin şaşkınlığını kimse kolay kolay kaldıramazdı…


(devamı içimde bir yerde olsa gerek... henüz gün ışığı görmek istemediler. gelecek...sabret!)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder