Kara topraklı dağdan koşar adımlarla indi. Botunu toprağa kontrolsüzce son bir kez vurdu ve durdu. Soluk soluğa kalmıştı. Etrafta kimsenin olmadığından emindi ama yine de kontrol etti çalıların, ağaçların, küçük yığıntıların arkasını. Bir an önce işini halledip geri dönmeliydi arkadaşlarının yanına. Kimsenin onun yokluğunu fark etmemesi için dua ederek kendi boyunda bir çalı yığınının arkasına geçti. Yüzü dağların öbür tarafındaki şehrin ışıklarına dönüktü.
Uzaktaki evlerin ışıklarına dalıp gitti. Bir zamanlar aklından çıkmayan hayallerini hatırladı. İşini çok iyi yapan bir doktor olacak, insanların ona şükranla bakan çehrelerini görerek mutlu olacak ve eve gittiğinde başı yastığa değer değmez uyuyacaktı. Aldığı maaşla yetinmeyi bilecek, belki otuzlarına yaklaşmadan evlenecek, otuzuna bastığında da ilk çocuğunu sevecekti. Hepsi oldukça mütevazı, kimsenin karşı çıkmayacağı hayallerdi.
Yalan oldu hepsi. Böyle mi derler? Yalan olmadılar aslında. Sadece gerçekleşmediler. Bu da yalan sayılmaz.
Nereden nereye geldiğini düşündü, ince uzun bir ip gibiydi hayatı. Renkten renge geçmişti yaşamı, keskin çizgilerden oluşan, suyun ahenklice dağıtmadığı katı boyalardan geçmişti yolu. Çirkin.
Önündeki toprak yığınına baktı. Kahverengi. İçinde hayat olan başka bir yer daha. Kendi içi gibi, anne karnı gibi, gökyüzü veya ormanın dalları gibi… Hayat dolu başka bir yer daha. Hayatın olmadığı yer yoktu. Canlı toprağı sidiğiyle ıslatmaya başladı. Dumanlar çıkıyordu topraktan. Her zaman yaptığı da buydu zaten. Kımıldayan yerlere işemek ve çıkan dumanları seyretmek.
Hayatta tek yaptığı işemekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder