5 Ocak 2010 Salı

İnsanın ölümü [yazının bir parçası]


İnsanlık, bütün insanların gözü önünde, açlar sokakta yatarken, açlar dilenirken, çocuklar soğuktan donarak mendil satarken, hayvanlara tecavüz edilirken, yaşlılar dövülürken, çocuklar adaletsizce çalıştırılırken, anneler bebeklerini sokağa attığında, babalar evlerinin yolunu bulamadığında, gençler dinlemeden konuştuğunda, genç kızlar para için vücutlarını sattığında, bir insan derisinin rengi yüzünden öldürülürken, aniden toprağa düşen bir atom bombasıyla kavrulan bitkilerin şahitliğinde ölmüştür. İçi kurşun dolu bir silahın önünde, elleri yara bere içinde, dudakları kan, gözleri donuk buz parçası, ağzından tek bir kelime çıkartamadan katletmiştir kendini. Yıllar önce bu acı vefat başlamıştır. Devam etmektedir. Biz insanların gözleri önünde. Bizler hâlâ inkâr etmekte olsak da, Sait Faik gibi bu sürece farklı anlamlar yüklemeye çalışsak da, gerçekler ince kum tanelerini suratımıza çarparak geçip gitmekte. Bu rüzgâr leş kokulu. Bu rüzgâr kanla, kavgayla, hırsla, ahlâksızlıkla beslenip insan doğduğundan beri inceden başlamış esmeye.

Âdemoğlu buna gelişme demiş, modernleşme demiş, yeni çağ, yeni din ve yeni insan demiş. Kopkoyu bir öz olarak büyümek yerine, sulandırılmış bir toprağa, çamura, dönüştüğünü inkâr etmiş… O pis kokulu ve kum taneli rüzgârın bir gün yüzüne çarpacağı aşikâr. Sait Faik gibi “Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe, dikkatli bakmağa kalmadan, yanıldığımı anladım.” Diyecek mi bilmem. Bunu itiraf edecek denli cesur olacak mı, orası muğlâk. Şimdilik başka öyküler yazarak, başkalarının ölümlerini izleyerek ufak itiraflarla yetinmekte. Çünkü kendi cenazesinde ağlayan bir ölü görmek pek mümkün değil gibi…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder