Evimizin yakınlarında bir park var.
Şimdi kazdılar, söktüler bankları ama yenileyeceklermiş.
Her hafta okuduğum mizah dergilerini
almak için evden çıktım o gün. Hava sıcak ama yapacak bir şey
yok. Beş dakikalık yol diyelim, evde geçireceğim keyifli
zamanlara değer. Ev sessiz, evde kimse yok. Çaydanlığın
fokurtusu artık sabahki kadar dinlendirici, insanı uykuya itici
olmaktan çıktı, sokaktan gelen karmaşaya karıştı. Bu evden çık
demek. Insan evde kala kala çıldırır, öyle değil mi?
Çıktım ben de. Dışarısı
kalabalık, sıcak, ter kokuları birbirine karışmış. Bir anneyle
oğlan çocuğu elele tutuşmuş kaldırımdan yürüyorlar. Oğlan
ağlıyor. Annesi çocuğu nasıl teselli edeceğini bilmiyor.
"Annecim, ağlama, erkek adam
ağlar mı?"
Çocuk sümüğünü elinin tersiyle
siliyor, isyan bayrağını çekiyor: "Ağlar!"
Anne suskun. Diyecek şeyi kalmamış.
Ben de içimden kıkırdıyorum, dudağımda ufak bir gülümsemeyle.
Parktaki banklara doğru yürüyorum
dergilerimi almadan önce. Birkaç dakika soluklanayım diye
düşünüyorum. Liseliler öğle arasına çıkmış, kimisi
oğlanlar hakkında konuşuyor, kimisi sigara içiyor gizlice. Iki
kabadayı liseli, kaldırımda salına salına yürüyen travestiye
gülüşüp kaba saba laflar ediyorlar. Travesti kısa bir etek
giymiş, minik göğüslerini daha nasıl büyüteceğini şaşırmış,
tişörtünden sütyeni fırlıyor. Çocuklar bıkmadan travestiyi
takip ediyorlar kaldırım boyunca, ama seziyorum sanki onun her şeyi
duyup sessiz kaldığını. Sonra birden arkasını dönüyor, çirkin
yüzü, makyaja bulanmış teniyle kabadayılara bağırıyor: "Sizi
bi yakalarsam ebenizinki görürsünüz!"
Çocuklar sus pus, maçoluktan eser
kalmıyor. Yalpalayarak önüne dönüyor yürümeye devam ediyor. O
yürüdükçe başlar çevriliyor arkasından, seyyar satıcı karı
koca aralarında fısıldaşıyorlar. Arkasından bakıyorum durduğum
yerde dikilip, gözden kaybolana kadar travesti.
Gazeteciye giriyorum, üç dergimi
birden alıp eve doğru yol alıyorum.
Ev serin, çaydanlıkta su kaynaya
kaynaya azalmış, bitmeye yüz tutmuş. Çay da acımıştır artık.
Evden çıktık işte, delirmemek için ama tüm deliler sokakta
sanki.
Dünden beri dinlediğim müziklerden
bir parça açıyorum kendime, bilgisayarımın başına oturdum,
Horowitz'in piyano çaldığı parmakları hayal ederek yazıyorum
yazımı, benden çıkıyor sanki o sesler, tuşlarımın sesini
duydukça neden olmasın diyorum, meğersem diyorum içimden...
fark ediyorum ki yazdığım her şeyi
senin için yazıyorum, senin okuman için, seninle bağlı kalmak
için, uzağız ya, konuşmuyoruz ya birbirimizin dilini, sanki yarım
kalacak korkusuyla birbirimizi anlamamız, sana anlatıp duruyorum...
Çok konuşur muyum ben sahi? Belki. Sıkıcı mıyım? Belki.
Yazıyorum işte, duy diye günümü,
belki hayal edersin diye.
Kendimi acı bir çay koyuyorum,
içiyorum, Horowitz çalıyor. Kendi parmaklarıyla.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder