20 Eylül 2012 Perşembe

günüm


Evimizin yakınlarında bir park var. Şimdi kazdılar, söktüler bankları ama yenileyeceklermiş.
Her hafta okuduğum mizah dergilerini almak için evden çıktım o gün. Hava sıcak ama yapacak bir şey yok. Beş dakikalık yol diyelim, evde geçireceğim keyifli zamanlara değer. Ev sessiz, evde kimse yok. Çaydanlığın fokurtusu artık sabahki kadar dinlendirici, insanı uykuya itici olmaktan çıktı, sokaktan gelen karmaşaya karıştı. Bu evden çık demek. Insan evde kala kala çıldırır, öyle değil mi?
Çıktım ben de. Dışarısı kalabalık, sıcak, ter kokuları birbirine karışmış. Bir anneyle oğlan çocuğu elele tutuşmuş kaldırımdan yürüyorlar. Oğlan ağlıyor. Annesi çocuğu nasıl teselli edeceğini bilmiyor.
"Annecim, ağlama, erkek adam ağlar mı?"
Çocuk sümüğünü elinin tersiyle siliyor, isyan bayrağını çekiyor: "Ağlar!"
Anne suskun. Diyecek şeyi kalmamış. Ben de içimden kıkırdıyorum, dudağımda ufak bir gülümsemeyle.
Parktaki banklara doğru yürüyorum dergilerimi almadan önce. Birkaç dakika soluklanayım diye düşünüyorum. Liseliler öğle arasına çıkmış, kimisi oğlanlar hakkında konuşuyor, kimisi sigara içiyor gizlice. Iki kabadayı liseli, kaldırımda salına salına yürüyen travestiye gülüşüp kaba saba laflar ediyorlar. Travesti kısa bir etek giymiş, minik göğüslerini daha nasıl büyüteceğini şaşırmış, tişörtünden sütyeni fırlıyor. Çocuklar bıkmadan travestiyi takip ediyorlar kaldırım boyunca, ama seziyorum sanki onun her şeyi duyup sessiz kaldığını. Sonra birden arkasını dönüyor, çirkin yüzü, makyaja bulanmış teniyle kabadayılara bağırıyor: "Sizi bi yakalarsam ebenizinki görürsünüz!"
Çocuklar sus pus, maçoluktan eser kalmıyor. Yalpalayarak önüne dönüyor yürümeye devam ediyor. O yürüdükçe başlar çevriliyor arkasından, seyyar satıcı karı koca aralarında fısıldaşıyorlar. Arkasından bakıyorum durduğum yerde dikilip, gözden kaybolana kadar travesti.
Gazeteciye giriyorum, üç dergimi birden alıp eve doğru yol alıyorum.
Ev serin, çaydanlıkta su kaynaya kaynaya azalmış, bitmeye yüz tutmuş. Çay da acımıştır artık. Evden çıktık işte, delirmemek için ama tüm deliler sokakta sanki.
Dünden beri dinlediğim müziklerden bir parça açıyorum kendime, bilgisayarımın başına oturdum, Horowitz'in piyano çaldığı parmakları hayal ederek yazıyorum yazımı, benden çıkıyor sanki o sesler, tuşlarımın sesini duydukça neden olmasın diyorum, meğersem diyorum içimden...
fark ediyorum ki yazdığım her şeyi senin için yazıyorum, senin okuman için, seninle bağlı kalmak için, uzağız ya, konuşmuyoruz ya birbirimizin dilini, sanki yarım kalacak korkusuyla birbirimizi anlamamız, sana anlatıp duruyorum... Çok konuşur muyum ben sahi? Belki. Sıkıcı mıyım? Belki.
Yazıyorum işte, duy diye günümü, belki hayal edersin diye.
Kendimi acı bir çay koyuyorum, içiyorum, Horowitz çalıyor. Kendi parmaklarıyla.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder