Henüz eylül
gelmemişti. Yolun sonunda görünmüştü sadece silik bir siluetle, bir gece yağan ferah yağmurla. Ankara
sokaklarının kendinden gelen hüznünün, renksizliğinin aralarına sızmıştı
usulca. Ancak ertesi sabah güneş sanki
dün gece hiçbir şey olmamış gibi parlamış,yağmurdan kalan tüm izleri silmiş ve sokaklara neşe getirmek yerine
istenmediği bir yerde inatla duran birisi gibi bulutsuz maviliğin
içine, gökyüzüne asılmıştı.
Yaz sıcağında sıkışıp
kaldığı gibi dün gelen yağmurdan ayrılamamıştı Attila. Uzun zamandır hiç olmadığı
gibi güçsüz hissediyordu. Sokağa çıktığında sıcağa öfkelenmedi, huzursuzca
işlerini halledip mahalleye döndü. Apartman kapısını açmadan önce yukarı baktı;
evinin mavi brandalı balkonu temmuz ayından beri terk edilmişti. Biraz
yaklaşınca susuzluktan solmuş fesleğen ve menekşeleri gözüne ilişti. Kendisi
almamıştı onları, hediyeydi. “Zorla olmuyor.” Diye düşünüp kendini rahatlattı
ve birinci kattaki alçak binadaki evine çıktı. Kapısı eski beyaz boyalı
kapılardandı. Metal kapı numarası (12) da özensizce boyanmıştı kapıyla aynı renge.
“Bunu bir ara kazımam lazım.” Diye düşündü. Yapmayacaktı.
***
Attila sebatla
sonbaharın gelmesini bekleyeceğini biliyordu. Sebat mıydı acaba bu gösterdiği?
Çaresizlik mi hissediyordu yoksa?
Eve geldiğinde
perdeleri çekti, içerisini kararttı. Gitarına elini atar atmaz çalmayacağını
anlayıp elini geri çekti. Gitar standının yanında uzun tavan boyunca uzanan
kütüphaneden hızlı bir hamleyle bir kitap çekti çıkardı. Açıp okumaya başladı.
Bir şiir kitabıydı bu. Uzun yıllardır okumadığı, okumadıkça özlediğini fark
ettiği bir kitaptı.
“Yalnızlıktan da
kurtulup yalnız kalmak isterim.” Diyordu dizelerin birisi. Bir anda şair adamın
öfkesini içinde hissetti, bu his geldiği hızla uzaklaştı, kendi gerçekliğine
dönerek hiçbir zaman öfkelenmediğini düşündü. Gereken zamanlarda bile. Belki
öfkelenseydim, dedi kendi kendine, o zaman her şey farklı olurdu. Onunki uyuşuk
bir eylemsizlik hali değildi. Onu bir anda felç eden çaresizlik hissiydi. Karşı
çıkmamayı seçmesi bir şeyleri değiştirmesini de engellemişti yıllardır.
Kütüphanenin altındaki
kapaklı dolabın yuvarlak kulpunu çekti, çok da eski olmayan ama sayfaları
birbirine yapışmış bir albüm çıkardı.
(Keşke çıkarmasaydı.)
***
Karısının gelinlikli fotoğrafı. Dantelli, uzun, yere değen bir elbiseydi. Çok
zarifti. Onu düğünden hemen önce gördüğü ilk anı hatırladığında gözlerini
kaçırdı albümden. 5-6 yaprak çevirerek ilerledi. Karısının balkonda akşam
güneşini yüzüne alarak, mor menekşe çiçekleri arkasında, ona sevgiyle ve
mutlulukla baktığı fotoğraf. O zaman kızları yoktu, uzunca bir süre de
olmamıştı. Her günlerini sanki evlenmemişler gibi yeniden planlar ve akşam
yemeklerine çıkarlardı. Birlikte salonda ayaklarını uzatarak kitap okur ve yeni
aldıkları kasetleri heyecanla birlikte dinlerlerdi. O zamanları Attila'nın eylemsizliği sakinlikti, çekiciydi. Uzun yıllar çıkmış olmalarına rağmen bu durum böyle gitmişti. Nasıl oldu da evlendiklerini düşündü.
Karısının salonda kocaman gözlükleriyle bir kitabın kapağını incelerken
çekilmiş fotoğrafı. Kaşların çatmış, elinde kitabı sıkıca tutmuş ve dudakları
sanki bir şey söyleyecek gibi açılmıştı. Bu fotoğrafın arkasında Attila’nın hemen
ardından çektiği ikincisi vardı. Fotoğraflandığını fark ettikten sonraki
gülümsediği. Üzerinde onu hep kaşındıran ama inatla giydiği yün kazağı vardı.
Attila albümü kapattı. Daha fazla bakmayacaktı. Telefona uzanıp Emel’in
numarasını çevirdi. Uzunca bir beklemeden sonra telefon açıldı: “Alo?” Kapattı
telefonu aceleyle.
Sessizce koltuğuna oturdu ve bakkaldan alıp bugünlük dışarıda okumadığı
gazetesini eline aldı. İlk sayfaya baktı. Baktı… Gazete elinden yavaşça düşerken
onu sağ eliyle sıkıca kavrayarak başparmağıyla gözünde biriken yaşlarını
dökülmelerinden hemen önce sildi. Gerçekten de her şey onu bırakmış ve yalnız
kalmıştı…
Okudum. Düşündüm
YanıtlaSilKanka.ne zaman okudun bunu ya :))
Sil