7 Ağustos 2014 Perşembe

Ağustos'ta A.

Henüz eylül gelmemişti. Yolun sonunda görünmüştü sadece silik bir siluetle, bir gece yağan ferah yağmurla. Ankara sokaklarının kendinden gelen hüznünün, renksizliğinin aralarına sızmıştı usulca. Ancak  ertesi sabah güneş sanki dün gece hiçbir şey olmamış gibi parlamış,yağmurdan kalan tüm izleri silmiş ve sokaklara neşe getirmek yerine istenmediği bir yerde inatla duran birisi gibi bulutsuz maviliğin içine, gökyüzüne asılmıştı.
Yaz sıcağında sıkışıp kaldığı gibi dün gelen yağmurdan ayrılamamıştı Attila. Uzun zamandır hiç olmadığı gibi güçsüz hissediyordu. Sokağa çıktığında sıcağa öfkelenmedi, huzursuzca işlerini halledip mahalleye döndü. Apartman kapısını açmadan önce yukarı baktı; evinin mavi brandalı balkonu temmuz ayından beri terk edilmişti. Biraz yaklaşınca susuzluktan solmuş fesleğen ve menekşeleri gözüne ilişti. Kendisi almamıştı onları, hediyeydi. “Zorla olmuyor.” Diye düşünüp kendini rahatlattı ve birinci kattaki alçak binadaki evine çıktı. Kapısı eski beyaz boyalı kapılardandı. Metal kapı numarası (12) da özensizce boyanmıştı kapıyla aynı renge. “Bunu bir ara kazımam lazım.” Diye düşündü. Yapmayacaktı.
***
Attila sebatla sonbaharın gelmesini bekleyeceğini biliyordu. Sebat mıydı acaba bu gösterdiği? Çaresizlik mi hissediyordu yoksa?
Eve geldiğinde perdeleri çekti, içerisini kararttı. Gitarına elini atar atmaz çalmayacağını anlayıp elini geri çekti. Gitar standının yanında uzun tavan boyunca uzanan kütüphaneden hızlı bir hamleyle bir kitap çekti çıkardı. Açıp okumaya başladı. Bir şiir kitabıydı bu. Uzun yıllardır okumadığı, okumadıkça özlediğini fark ettiği bir kitaptı.
“Yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim.” Diyordu dizelerin birisi. Bir anda şair adamın öfkesini içinde hissetti, bu his geldiği hızla uzaklaştı, kendi gerçekliğine dönerek hiçbir zaman öfkelenmediğini düşündü. Gereken zamanlarda bile. Belki öfkelenseydim, dedi kendi kendine, o zaman her şey farklı olurdu. Onunki uyuşuk bir eylemsizlik hali değildi. Onu bir anda felç eden çaresizlik hissiydi. Karşı çıkmamayı seçmesi bir şeyleri değiştirmesini de engellemişti yıllardır.
Kütüphanenin altındaki kapaklı dolabın yuvarlak kulpunu çekti, çok da eski olmayan ama sayfaları birbirine yapışmış bir albüm çıkardı.
(Keşke çıkarmasaydı.)
***
Karısının gelinlikli fotoğrafı. Dantelli, uzun, yere değen bir elbiseydi. Çok zarifti. Onu düğünden hemen önce gördüğü ilk anı hatırladığında gözlerini kaçırdı albümden. 5-6 yaprak çevirerek ilerledi. Karısının balkonda akşam güneşini yüzüne alarak, mor menekşe çiçekleri arkasında, ona sevgiyle ve mutlulukla baktığı fotoğraf. O zaman kızları yoktu, uzunca bir süre de olmamıştı. Her günlerini sanki evlenmemişler gibi yeniden planlar ve akşam yemeklerine çıkarlardı. Birlikte salonda ayaklarını uzatarak kitap okur ve yeni aldıkları kasetleri heyecanla birlikte dinlerlerdi. O zamanları Attila'nın eylemsizliği sakinlikti, çekiciydi. Uzun yıllar çıkmış olmalarına rağmen bu durum böyle gitmişti. Nasıl oldu da evlendiklerini düşündü.
Karısının salonda kocaman gözlükleriyle bir kitabın kapağını incelerken çekilmiş fotoğrafı. Kaşların çatmış, elinde kitabı sıkıca tutmuş ve dudakları sanki bir şey söyleyecek gibi açılmıştı. Bu fotoğrafın arkasında Attila’nın hemen ardından çektiği ikincisi vardı. Fotoğraflandığını fark ettikten sonraki gülümsediği. Üzerinde onu hep kaşındıran ama inatla giydiği yün kazağı vardı.
Attila albümü kapattı. Daha fazla bakmayacaktı. Telefona uzanıp Emel’in numarasını çevirdi. Uzunca bir beklemeden sonra telefon açıldı: “Alo?” Kapattı telefonu aceleyle.

Sessizce koltuğuna oturdu ve bakkaldan alıp bugünlük dışarıda okumadığı gazetesini eline aldı. İlk sayfaya baktı. Baktı… Gazete elinden yavaşça düşerken onu sağ eliyle sıkıca kavrayarak başparmağıyla gözünde biriken yaşlarını dökülmelerinden hemen önce sildi. Gerçekten de her şey onu bırakmış ve yalnız kalmıştı…

2 yorum: